Tarih 1967 Şubat 1…
Karadeniz’in sert geçen kışlarından birinde, kar tepe tepe yağarken, doğa can çekişen bir insan misali son soluklarını yavaş ve huzursuzca verirken Şalpazarı’nın bir köyündeki ıssız arazinin içerisinde tahta bir kulübe yıkılmamak için tanrıya dua ediyordu. Kulübeye bağlı sancak sallanıyor ve hayvan ciyaklamasına benzer sesler çıkarıyordu. Arazi ıssız, hava tahammülsüz, ağaçlar korkaktı. Kulübede küçük bir bebek fırtınayı körüklermişçesine çığlık atıyor, annesi yaşmağına bağladığı bedeninde ona sakinlik vermeye çalışıyordu. Ana yeni doğum yapmıştı. Baba ısınmak için odun getirmeye çıkmış ama ne odundan ne babadan haber yoktu. Neredeyse kulübeyi kaplayan kar babanın evine ulaşmasına engel oluyordu. Ana ne yapacağını bilemiyor dilinde ”La ilahe illallah” la tanrıya dua ediyordu. Bebeğin çığlıkları bedeninin her tarafına kızgın demir parçaları gibi çarpıyor, içini delip geçiyordu. Korkuyordu, daha 17 yaşında genç bir kızdı. Kanı her yana dökülüyor karın üzerinde kızıl elma gibi parlıyordu. Sanki yere bir zehir akıyor bu zehir günahlarını temsil ediyordu. Kızı soğuktan tir tir titriyor ağlamaktan soluğu kesiliyor, ama ana ona yardım edemiyordu. Soğuk içine işliyor gözü kararıyor aklı bulanıyordu. Sonun yaklaştığını hissediyor, ölümün sert soluğunu yanaklarında hissediyordu. Ağlıyordu. Kızını koruyamamıştı. Ağlıyordu çünkü ölüyordu çaresi kalmamıştı. Gözleri kapanmaya son soluklarını vermeye başladığı anda bir şey oldu. Bir şey onu içerisine aldı, çekti çekti ve anında bıraktı. Yere düştü ve kalktı. Her şey durmuştu sanki. Fırtına sinmiş. Hava sıcaklamış. Doğa bir oh çekiyordu. İçine bir ışık bir umut doğmuştu ki aklına geldi. Kızı yoktu. Etrafa baktı , kızı hiçbir yerde yoktu. Bağırmaya ağlamaya küfretmeye başladı. Tanrıya yakarıyor, ona kızıyordu. Neden onu değil de kızını almıştı. Neden korumamıştı kızını? Gözleri kuruyana, yerdeki kanının rengi açılana kadar ağlamaya devam etti. Saatlerce günlerce aylarca belki yıllarca ağladı. Ne baba ne gece ne gündüz ne tanrı. Onun için hiçbir şey var olmamış olmayacaktı. Ağlaması bir patlama sesi duyana kadar devam etti. Bu ses içini yakmış, tüylerini diken diken etmişti. Sesin ardından küçük tıkırtılar durmaya başladı. Ve gözleri kulübenin diğer ucundaki küçük siyahlığa kaydı. Yavaş yavaş ona yaklaşıyordu. Sakindi. Karaltı yavaş yavaş yanına doğru geliyor, adımlarını onu korkutmak istermişçesine tekinsiz ve ani atıyordu. Karaltı yaklaştı yaklaştı ve onun gözlerinin görebileceği mesafeye ulaştı. İçi rahatladı bu bir örümcekti. Bütün hırsını ondan çıkarmak istercesine onu ezdi. Sanki içi rahatlamış, yere sıçraya böcek kanının kendi kanıyla karışmasından zevk almıştı. Ama anında bir örümcek daha yavaşça kulübenin tavanından sarktı. Sonra bir tane daha bir tane daha derken kulübeyi örümcekler kaplamaya başladı. Ana korkuyor ne yapacağını bilemiyor etrafa attığı umutsuz tekmelerle hayata tutunmaya çalışıyordu. Üzerinde yürüyen kıllı bacakları hissettikçe içini yarası bu sıkıntıdan kurtulası geliyordu. Örümcekler üstünü tamamen kaplamış artık kulübede boş yer kalmamıştı. Sanki ağzını ağlarıyla bağlıyorlar ve onu bir koza içerisine alıyorlardı. Son bir çığlık atmak için ağzını açtığında kanı fışkırdı.
Gözlerini açtı. Karşısında kırmızı saçları olan tüylerini diken diken eden bir yüze sahip yaşlı bir kadın oturuyordu. Ağzı bağlıydı. Konuşamıyordu. Kadının elinde bir şey vardı ama ne olduğunu anlayamıyordu. Kadın yavaşça ayağa kalktı. Anaya yaklaştı. Ana bu yüze daha yakından bakınca askatı kesildi. Kadın yavaş yavaş elindeki şeyi ananın yüzüne doğru getirdi. Bu ananın kızıydı. Yavrusuydu. Kadın bebeği yavaşça kaldırdı. Bebeğin boğazından tutuyor bebek onun ellerinde korkudan çığlık atıyordu. Korkunç kadın bebeğin boğazını sıkmaya başladı. Uzun sivri tırnakları bebeğin boynuna batıyor ince ince kan akmasına neden oluyordu. Ana buna dayanamıyordu bağırıyor çağırıyor ama sanki sesi yutuluyordu. Hareket etmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu. Bu bir cazıydı! Ancak fark etmişti. Annesi ona çok küçükken cazıları anlatmış onlardan nasıl korunacağını ona anlatmıştı. Ağzındaki bağı çıkarmak için son çare elini kaldırdı ve ağzına bağlı olan şeyi fark etti. Bir fare ölüsüydü. Çığlık atmamak içi kendini sıkarken dilini ısırdı. Ağzından kan akıyordu. Durmadı. Cazı bebeğin boğazını sıkarken bütün gücünü vererek:
Cazı………Cazı………… Son kez söylemesi gerekiyordu bunu yapabilirdi. Tam hazırlanmış güç kazanmışken. Bebeğin ağlamaları kesildi. Küçük bir beden yere doğru düştü. Ve her şey bitti.
Trabzon’da çok sert bir fırtına çıkmış bütün köylerde yollar kapanmış insanlar evlerine ailelerine ulaşamamıştı. Ama köylünün Tanrı’ya duasından olsa gerek sonraki gün fırtına dinmiş evlere ulaşılabilmişti. Baba endişeliydi. Karısının doğum yapacağının her an bu olayın gerçekleşebileceğinin farkındaydı. Tez elden eve gelmesi gerekiyordu. Kar ne kadar fazla olsada fırtına olmadığı için kulübeye ulaşabildi. Elinde odunları kapıyı tıklattı. Ne bir ses geldi ne bir seda. Ana uymuştur düşüncesiyle kapıyı açtı. Gördükleri karşısında yere yığıldı.
Kulübenin zemininde donmuş ana, bebek ve ölü fare yatıyordu. Bebeğin ağzında kan köpükleri donmuş halde parlıyordu…