Cazı
*07/10/1908
Buz kestiren bir eylül ayıydı. Şehirde öyle olaylar yaşanıyordu ki, açıklamaya kimsenin dili varmıyordu. Güneş battıktan sonra meydana gelen olaylar herkesin diline pelesenk olmuştu. İnsanlar sürekli yanlarından bir ruhun geçtiğini hissettiklerini söylüyorlardı. Un çuvalları gece yarısı ansızın patlayıveriyordu. Tuhaf sesler tüm köyde yankılanıyordu. Terkedilmiş kulübelerden gece yarısı kırılan cam sesleri geliyordu. Halkın ağzında dolandıkça dolandı bu konu. Kimsenin anlamlandıramadığı bu olaylar nereden çıkmıştı? Tüm bu olanlara kim sebep oluyordu? Herkes kendince cevaplar bulmaya çalışsa da aslında her şey o gece başlamıştı.
*06/08/1716
Herkesi bunaltan bir sıcak hakimdi havaya o gün. Yaprak bile kımıldamıyordu. Tüm köy halkı, Akbel’in evinde toplanmıştı. Çaresiz kadın, kocasını yeni kaybetmişti. Üstelik kızı Belinda’yi da daha 3 gün önce kucağına almıştı. Kimsesi yoktu. Buralarda tekti. İki katlı ama oldukça küçük bir evde yaşıyordu. Çok yorgundu. Omuzlarındaki yükler öylesine ağırdı ki. Kimse anlamıyordu. Anlayamazdi. Koca bir hayatı tek başına geçirmek zorundaydı, üstelik küçük Belinda’sina bakarken. Her şey çok üstüne geliyordu. Köylülerin bitmeyen soruları onu çileden çıkartıyordu. Evine çat diye giren insanlar da çabası. Yaklaşık 2 aydır böyleydi Akbel’in içler acısı durumu. Artık öyle tükenmiş olacak ki, ansızın bir çığlık patlattı. Sesi belki dağlarda, belki derelerde yankilanmisti. Köylüler bir süre daha evde Akbel’in başında bekledikten sonra evden çıkmaya karar verdiler.
Akbel, artık tekti. Biraz sustu, biraz düşündü. Artık kızıyla bir başınaydı. Düşünmek için yeterince vakti vardı. Bir süre kızını izledi. Ay’ı andıran bir güzelliği vardı. Gözleri simsiyah, teni bembeyazdı. Dudakları bir gül kadar kırmızı, burnu fındık kadar küçüktü. Saçlarının arkasında hemen boynunun üzerinde hilali andıran bir doğum lekesi vardı. Adının hakkını gerçekten de veriyordu. Çok güzel bir kız çocuğuydu. Akbel, onu bekleyen gelecek için kızından şimdiden özür diliyordu. Yetim biri olmanın nasıl bir şey olduğunu en iyi Akbel bilirdi. O henüz 5 yaşındayken babasını kaybetmişti. Düşüncelerle boğuşurken bir anda uykuya dalivermisti. -Eğer geçmişe dönebilseydi; o an uyanık kalabilmek için, her şeyini verirdi. –
Uykudayken bir anda gözleri açıldı. Kendisi de şaşırmıştı. Hiç bu kadar ani uyanmamisti. Tam kendi kendine ne ara uykuya daldığını sorgulayacakken tavandan sarkan örümceği gördü. Tam önünde sallanıyordu. Bir anlığına çok korktu. Sonrasında normaldir dedi. Kim bilir kaç gündür evi temizlemiyordu. Bunları düşünürken bir anda korkunç bir çığlık patladı. Çığlıkla beraber örümceğin yerini bir kadın aldı. Kısa boylu, saçı başı dağınık, küçük elli, sivilceli, yaşlı bir kadındı. Cebinden çıkardığı kesesini Akbel’in üzerine fırlattı. İçinde ne olduğunu bilmiyordu Akbel, fakat beyaz bir tozdu. Her yer beyaz, tuhaf kokulu tozla kaplanmıştı. Akbel, hiç bir şeyi anlayamadan bir anda nefes nefese kaldı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki. Can havliyle bağırmaya çalıştı. Bagiramiyordu. Gözü hemen kızını aradı. Yanında yoktu. Hala nefes alamıyordu. Daha çok bağırdı ama sesi çıkmıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Saniyeler geçtikçe tukeniyordu. Anlam veremiyordu. Nasıl böyle bir şey olabilir?
Kabus görüyorum diye düşündü. Elbette kabus olacaktı, başka ne olabilirdi ya? Örümceğin kadına dönüşecek hali yoktu sonuçta. Ama bunları bile saliseler içinde düşünüyordu. Artık kıpkırmızı olduğunu hissediyordu. Hala nefes alamıyordu. Çoktan boğulmuş olması gerekiyordu ama sanki o tekrar tekrar boguluyormus gibiydi. Öldükçe diriliyormus gibiydi. Kızını göremedikçe daha da çok bağırıyordu. Ayağa kalkmak istiyordu ama kalkamiyordu. Sanki tüm evi üstünde taşıyormuş gibiydi. Korkuyordu. Yaşlı kadın, yatağın karşısına geçti. Ufak bir ıslığıyla bebek, kucağında beliriverdi. Akbel, artık her şeyden, herkesten daha çok korkuyordu. Küçük Belinda’si o cazinin elindeydi. Bagirabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı ama en ufak bir ses bile çıkmadı. Artık Akbel, mosmordu. Mezardan yeni çıkmış bir ruh gibiydi. Kan, ter içinde kalmıştı. Tam anlamıyla kan ve ter içindeydi. Tırnakları, etinden ayrılmıştı sanki. Tüm parmakları kan içindeydi. Hiç bir şekilde hareket edemiyordu. Artık yorulmuştu. Bu işkence ne zaman bitecekti? Akbel’in gözleri kapandı. Tüm dünya, tüm evren sadece 2 saniyeliğine durmuştu sanki.
Akbel, gözlerini açtığında önünde o kadın yoktu. Gözleri sevinçle parladı. Hepsi bir kabustu. Yine de emin olmak için kendi kendine konuştu. Sesi çıkıyordu. Rahatlamıştı. Yine de ter içindeydi. Hatta eli kana bulanmıştı ama umursamadı. Stresten, korkudan kendi kendine olmuştur diye düşündü. Yataktan kalkıp kızını kontrol edecekti.
Güçlükle ayağa kalktı. Kendini çok bitkin hissediyordu.Biraz önce yaşadığı olayın hala etkisindeydi anlaşılan. Kafasında bin bir düşünceyle ve yavaş adımlarla kızını yatırdığı beşiğin oraya yöneldi. Belinda orda yoktu. İşte o an Akbel, delirecegini hissetti. Sadece çığlık atabildi. Var gücüyle bağırıyor, koşuyordu. Evde kızını arıyordu. Küçücük ev bir anda okyanuslara dönüşmüştü sanki. Kızını göremedikçe kendini kaybediyordu. Yaşlı kadın neredeydi? Az önce yaşadığı şey Kabus değildi. Kesinlikle değildi. Tüm yaşadıkları gerçekti. Mutfağa gittiğinde, bir siluet gördü. Hayır, gerçek olmasın istiyordu. Bakmaya korkuyordu. O an ölmek istedi. Tüm cesaretini toplayıp kafasını yerden kaldırdı ve kadına baktı. O yaşlı, çirkin caziyla karşılaştı. Umursayamadı bile çünkü hâlâ kızını arıyordu. Tek düşündüğü şey Belinda’ydi. Gözü masaya kaydı. İşte o an gördüğü tek şey kanlar içinde kalmış kızıydı. Bembeyaz teni kan kirmizisina dönmüştü. O an mutfakta kızını ciğerleri sokulmuş bir halde gören bir anne duruyordu. O anne Akbel’di. Nefes alamıyordu. Olduğu yere yigilabildi sadece. Gözleri kapanmıştı. Akbel; artık tamamen bitik, çaresiz, ümitsiz ve yapayalnizdi. Gözleri kapalıydı ama her şeyi dusunebiliyordu. Kızının görüntüsü aklının ucundan bir saniyeliğine bile olsa gitmiyordu. Gözlerini açtığında yatagindaydi. Başında ise köy halkı.
Bir kaç dakika sadece tavanı izledi. Bilinci yerinde değildi sanki. Bakışlarını aşağıya yönelttiğinde kadınlar ile göz göze geldi. Boş gözlerle bakıyordu etrafa. Hala gözlerinin önünde kızının cansız, kana bulanmış bedeni vardı. Hiç bir şey yapamaz haldeydi. Mahmur gözleri, odadaki beşiği gördüğünde bir anda irkiliverdi. Hemen ayağa kalktı. Odadaki kadınlar Akbel’i tuttu. “Yat, dinlen kizim” dediler. Akbel, sinirle tekrar ayağa kalktı. Besige yöneldi. Derin bir nefes aldı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Oda buz gibiydi. Titriyordu. Kadınlardan biri dayanamamış olacak ki Akbel’e sarıldı. Onu yatağa geri oturttu. Akbel artık ağlıyordu. “Kızım nerede?” dedi. “Belinda nerede?” Kimse cevap veremiyordu, onlar da bilmiyorlardı evin içinde neler olduğunu. Sadece kanlar içinde kalmış Belinda vardı zihinlerinde. Akbel, ayağa kalktı. Kapıya doğru gitti. Kadınlar da onunla beraber hareket ediyordu. Akbel soğuk ve duygusuz bir şekilde bir anda “Çıkın evimden.” dedi. Kadınlar bir anlam veremedi. İçlerinden biri tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki Akbel sinirle “Derhâl.” dedi. Kadınlar tek tek evden çıktı. Akbel, artık evde tekti.
Ev öylesine keskin bir kokuya sahipti ki. Her yer kan kokuyordu. Kızının kanı kokuyordu. Oturmak için mutfağa gitti. Her yer kandı. Boş gözlerle, açık pencereden dışarı baktı. Ağustos olmasına rağmen çok sert bir rüzgar esiyordu. Bir anda gelmişti bu soğuk. Belinda’sı yanındayken hava çok sıcaktı oysaki. Masanın üzerine baktı. Bir kaç tabak vardı. İçleri çeşitli yemeklerle doluydu. Kadınlar, evlerinden getirmiş olacak. Akbel, sinirle masayı devirdi. Tabaklar, çatallar, bıçaklar… Ne varsa yere devrildi. Evin yakınında olan komşular sesi duyunca irkildi ancak Akbel’in yanına gitmeye şimdilik kimsenin cesareti yoktu. Bu nedenle oldukları yerde kaldılar. Akbel’in biraz kafasını toplamaya ihtiyacı vardı. Yeterince bitkindi zaten. Bir de başkalarını evinde görmeye katlanamazdi.
Evin terle karışık kan kokusu mide bulandırıyordu. Zaten eski olan evin kendine has rutubet kokusu yetmezmiş gibi bir de bu koku gerçekten iğrençti. Akbel sadece uykuya ihtiyacı olduğunu düşündü. Tüm bunların kâbus olmadığına inanmak çok zordu. Yavaş adımlarla odasına gitti.
*09/08/1716
Akbel, 2 gün boyunca köyde hiç bir yerde görünmedi. Köylüler her yere bakmışlardı ama o, sanki bir anda her şeyini öylece bırakıp gitmişti. Ev hâlâ kurumuş kan lekeleriyle doluydu. Temizlememişti. -ki zaten kimse de temizlemesini beklemiyordu-. Yine de kimseye haber vermeden buralardan çekip gitmesine köylülerin hepsi şaşırmıştı.
Kimileri “Dayanamadı, gitti. Zaten kimsesi yoktu buralarda..” derken kimileri onu korkaklıkla suçladı. Onun Belinda’yı artık katlanamadığı depresyon acısı ile öldürdüğüne ve daha sonra dayanamayıp kaçtığına inananlar bile vardı. İşte her şey böyle başlamıştı aslında.
Bu fikir köy içinde yayıldıkça yayıldı. Herkes artık düşünüyordu ki; Akbel, çocuğunun canına kıyan bir caniydi. Bu konu haftalarca tüm köyün dilindeydi. Ta ki bu söylentiler Ayşe Ana’nın kulağına gidene kadar. Ayşe Ana, köyün en yaşlısıydı. Tüm köy halkı ona büyük bir saygı ile bağlıydı. Köyün bilgesiydi bir nevi. Bu durum hakkında da bir şeyler duymak istiyordu köy halkı. Onun yanına gittiler. Akbel’in bir kadından, bir cazidan bahsettiğini fakat kendilerinin Akbel’in katil olduğuna inandıklarını anlattılar. Ayşe Ana, bunları duyunca derin bir nefes aldı. Ne kadar korktuğu gözlerinden belli oluyordu. Tekrardan aldığı derin bir nefesle, anlatmaya başladı..
“Cazılar. Saçı başı dağınık, uzun tırnaklı, kızıl saçlı, elleri küçük, sivilceli, yaşlı acuze kadınlardır. Bu anlattıklarım yanıltmasın sizi. Pek beceriklilerdir. Sinirlendikleri zaman küpüne binen varlıklardır. Bilhassa, geceleri dolaşarak insanlara zarar verirler. Yeni bebek doğmuş evlere çeşitli hayvan kılıklarına bürünerek girerler. Bu suretle, kırkı çıkmamış bebeklerin bulunduğu evlere hayvan sokulmaz.” Köylüler derin bir sessizlikle dinliyorlardı. “Akbel’e bir cazı musallat olmuş.” diye ekledi Ayşe Ana. Kadınlardan biri sorusuyla sessizliği böldü: “Peki ya bu cazı şuan nerede?”
Ayşe Ana “Her yerde olabilir. Ama bir kere bir yere gelen cazılar bir daha o bölgeyi kolay kolay terketmezler. Köye çeşitli zararlar vereceklerdir. İleri gitmezlerse sadece bir şeyleri kırıp, parçalarlar.” dedi. Peki ya ileri giderlerse? Ayşe Ana bundan bahsedemedi. Herkesi evine yolladı. Evlerine hiç bir hayvan almamaları konusunda da herkesi uyardı. Köy halkının içini büyük bir korku kaplamıştı. Bir süre dışarı çıkmamaya karar verdiler.
Saatin akrebi biri gösterdiğinde ormanın derinliklerinden uluma sesleri geliyordu. Rüzgarın uğultulu sesiyle birlikte korkutucu bir sesti. Son kurdun uluma sesiyle birlikte köyden bir patlama sesi duyuldu. Her yeri kıvılcımlar basmıştı. Köy, alev alev yanıyordu. Göz, gözü görmüyordu. Buradan kalan tek şey soğuk küllerdi artık.
İşte bu hikaye, destanlara konu olan o cazı köyünün hikayesiydi. Gürgenağaç köyünün hikayesiydi.
*07/10/1908
Ben Serap. Başta dediğim gibi, köyümüzde açıklanması gerçekten zor olaylar yaşanıyordu. Begüm ile bu olayları çözmek için haftalardır araştırmalar yapıyorduk. Bakmadığımız kitap, gitmediğimiz yer kalmamıştı adetâ. Yine de ümidimizi kaybetmeden sürekli bir koşuşturma hâlindeydik. Büyüklerimiz bize durmamız gerektiğini söylese de biz kararlıydık. Maviköy’ü bu lanetten kurtaracaktık. Bir kaç gün önce tüm bu olanların sebebinin cazılar olduğunu öğrenmiştik. Köyümüzün sonu, Gürgenağaç köyünün hazin sonu gibi olsun istemiyorduk. Tüm cazıları bulup onları yok etmek istiyorduk.
Şehir merkezine indik. Şehir meydanının tam ortasında büyük bir kütüphane vardı. İçinde binlerce kitap, ansiklopedi vardı. Üstelik bu kütüphanenin tarihi oldukça eskiye dayanıyordu. Aradığımızı bulacağımıza olan inancımız tamdı.
Saatlerce kitapları karıştırdık. Sonunda rengi kızıla çalan, eski ve de tozlu bir kitap bulduk. Kitap o kadar eskiydi ki ismi net olarak okunamıyordu bile. Tahminimce ‘Cazılık Tarihi’ idi adı. Bu kitabı bulduğumuzda öylesine heyecanlandık ki. Hemen bir masaya oturup kitabı kurcalamaya başladık. Kitabı karıştırdıkça yeni şeyler öğreniyorduk.
Bir anda kilit sesleri duyduk. Kütüphane kapanıyordu. Kitaba öyle dalmıştık ki saatin nasıl geçtiğini farketmemiştik bile. O gün kitabı ödünç aldık ve evde sabaha kadar okuduk. Cazılar hakkında bir çok şey öğrenmiştik. -Hepsinin kötü varlıklar olmadığını da o gece öğrenmiştik.-Okudukça daha da yeni bilgiler ediniyorduk. Durmadan okumaya, notlar almaya devam ediyorduk. Tam o sırada altı çizili bir paragraf gördük. Cazıların yaşadıkları yerlerden bahsediyordu. Bir kaç sayfa ilerlediğimizde mağaralardan bahsetmeye başladığını gördük. Tam bir sayfa daha çevirecekken sayfaların arasından tozlu, yırtık bir harita çıktı. Heyecanla açtık ancak korkmuyor da değildik. Harita başlarda çok yabancı gelse de biraz baktıkça tanıdık gelmeye başlamıştı. Detaylıca haritayı süzdük. En sonunda Begüm “Ben burayı biliyorum!” dedi. Hemen oturduğu yerden kalktı. “Aradığımızı bulacağız, merak etme. Bugünlük bu kadar yeter. Yarın dedemde buluşalım.” dedi. Haritayı da alıp kapıya yöneldi. Saat çok geç olmuştu ve uykum gelmişti. Sadece tamam diyip evine uğurlayabilmiştim.
Ertesi gün olduğunda tüm notlarımızı, kitaplarımızı ve defterlerimizi yanıma alıp Begüm’ün dedesinin evine gitmek için yola koyulmuştum. Önemli bir konu hakkında konuşmamız gerektiğinde genelde Mehmet Amca’da buluşuruz. O bize hep yol gösterir. Bir şeyi anlamadığımızda detaylıca anlatır bize. Sanki bilmediği bir şey yoktu Mehmet Amca’nın. Tüm mahalleli ona güvenirdi. O gün de yine Mehmet Amca’nın yanına gitmiştik. Ben Mehmet Amcalara vardığımda onlar çoktan haritayı önlerine koymuş bir şeyler konuşuyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden ben de onlara katıldım. Haritadaki yerleri ikisi de çok iyi biliyor olacaklardı ki hiç duraksamadan aynı konu hakkında konuşup duruyorlardı. Nihayet Mehmet Amca beni selamladı. Yanımıza yiyecek içecek bir şeyler getirdi. Begüm de bu sırada bana olayları anlattı. Söylediklerine göre bu harita Gürgenağaç köyüne ait bir haritaymış. Her sembol farklı bir mekânı simgeliyormuş. Dikkatlice baktığımda gerçekten de oraya benzediğini farketmiştim. Fakat orası artık sadece külden ibaretti. Bu harita bir işimize yaramaz diye düşünmüştüm. O sırada Begüm “Ben ufak bir araştırma yaptım. Hâlâ daha yanmayan evlerin olduğu bölgeler var.” demişti. Oraya gitmemiz gerektiğini söylüyordu yani. Açıkçası ürperdiğimi hatırlıyorum. Böyle bir yere adım atmak bile oldukça tehlikeliydi. Ama Begüm kararlıya benziyordu. Biraz daha araştırma yapmaya karar vermiştik. Ardından vakit kaybetmeden köyü ziyaret edecektik.
*10/10/1908
O gün gelmişti. Gürgenağaç köyüne gidiyorduk. Biraz korksak da bunu yapmaya kararlıydık. Her gece başka bir dükkan yanıyor, her gün başka bir insan kayboluyordu. Her şeyimizi hazırlayıp yola çıktık. Pek de uzak bir yerde değildi zaten. Bu nedenle tek başımıza gidebilirdik. Biraz zaman geçti, tabi bu sırada artık köye iyice yaklaşmıştık. Mola vermek istedim. Yorulmuştum. Kısa bir mola verdik. Yanımızdan tüyleri sık ve dağınık, turuncu bir kedi geçmişti. Sevmek için yanına yaklaşmıştık. Bir anda tıslamaya ve koşuşturmaya başladı. O an ayağımın altında kuyruğunu hissettim. Bir anda hırlamayla karışık bir tıslama sesi duydum. Yüzüne baktığımda nutkum tutulmuştu. Bir anda kedinin yerini yaşlı bir kadın almıştı. Begüm bir anda çığlık patlattı. Korkuyla birlikte sadece koşabiliyorduk. Nefes nefese kalmıştık. Bir mağaraya ulaştık. O anın şaşkınlığı ile neresi olduğunu anlayamamıştık. Tehlikeli olup olmadığına bile bakmadan direkt içine girdik. Öylesine korkmuştuk ki. Gözlerimin karardığını, başımın dönmeye başladığını hatırlıyorum. Kim bilir o yolu kaç dakikada koşmuştuk? Ama bunları düşünmenin vakti değildi. Mağaranın girişinde bir kaç tane kedi belirmişti. Kediler bize yaklaştıkça nefesimiz kesiliyordu çünkü onların da farklı yaratıklara dönüşme ihtimalinden korkuyorduk. Kaçmak için arkamızı döndük fakat mağara çok küçüktü. Sanırım kaçabilecek yerimiz yoktu. Çok korkmuştuk. Aynı anda birbirimize baktık çaresizce. İkimizin de ne kadar korktuğu yüzlerimizden anlaşılıyordu. Begüm mağaranın çıkışına doğru yöneldi. Ben ise arkaya doğru gidiyordum. Begüm hiç korkmadan ilerliyordu. “Begüm, ne yapıyorsun? Dur!” dedim ama dinlemedi. Duymamıştı bile sanki. İlerledikçe ilerliyordu. O ilerledikçe kediler uzaklaşmaya başladı. Biraz sakinleşmiştim. Begüm’e doğru yaklaştım. Begüm tam ileriye doğru adım atacaktı ki ayağı kaydı. Zemin çok pis ve kaygandı. Dengesini sağlayamayıp düşmüştü ama tam o an boynundaki işaret dikkatimi çekmişti. Bir semboldü sanki. Hem de çok tanıdık geliyordu. Ama o an daha fazla düşünemeden ayağa kalkabilmesi için elimi uzattım. Kediler gözden kaybolmuşlardı. Hemen her şeyimizi toplayıp mağaradan çıkmıştık. Buralar çok korkutucuydu. Begüm’e “Sana buraya gelmememiz gerektiğini söylemiştim” dedim. Bana sadece donuk gözlerle baktı. Önüne dönüp yürümeye devam etti. Bir süre boyunca hiç bir şey konuşmadık. Sessizliği Begüm bozdu. “Gitmeden önce bir yere daha uğramamız gerekiyor.” dedi. Karşı çıkmıştım. “Çok tehlikeli Begüm. Daha yarım saat önce yaşadıklarımızı hatırlamıyor musun?” bunu dedikten sonra afalladım. Biz yaşlı bir kadına dönüşen bir kedi görmüştük. Nasıl olabilir bu? Begüm’e de aynılarını söyledim. Sanki her gün bu olayı yaşıyormuş gibi hiç tepki vermemişti. “Aklını mı kaçırdın sen Begüm?” dedim. Beni hiç umursuyora benzemiyordu. “O bir cazıydı.” dedi. Çok net ve soğuktu. “Nereden anladın?” dedim. O an verdiği cevapla şaşkına dönmüştüm. Bana “Serap, sus artık. Odaklanamıyorum.” demişti. Ben sanki çok mutluydum. Bizi buraya getiren bile oydu. Hiç bir cevap vermeden önüme döndüm. Elime bir kitap alıp okumaya başladım. Sesini bile duymak istemiyordum. Nasıl böyle bir şey diyebilirdi? Burda kalmak istemiyordum. Korkuyordum. Burdaki her şey çok ürkütücüydü. “Ben gidiyorum Begüm. Daha fazla burada duramayacağım.” dedim. Ve bana sadece ‘görüşürüz’ dedi. Kendinde bile değildi bence artık. “Burada kalmak istediğine emin misin? Seni burda bırakmak istemiyorum.” dedim. Bana hayatımda duyduğum en duygusuz ses tonuyla “Gidebilirsin. Zaten bu görev için fazla güçsüz ve zayıftın. Yapamayacağını biliyordum.” demişti. Kulaklarıma inanamamıştım. Begüm beni her konuda ölesiye destekler, yapamayacağımı düşündüğü her işte elimden tutardı. Bunlar asla Begüm’ün söyleyebileceği sözler değildi. Ama söylemişti işte. Sinirle haritayı elime alıp evin yolunu tutmuştum. Orada ne yapacağı umrumda bile değildi. Ama bunlar Begüm’ün son sözleriydi.
Onu orada bıraktıktan sonra hızlıca eve gitmiştim. Annemlerden epey azar işitmiştim tabi. Ama en önemlisi Mehmet Amca’ydı. Beni heyecanla karşılamıştı. Bir şeyler bulabileceğimize bir tek o inanıyordu. Bizi hep desteklemişti. Oysaki şimdi ben onun torununu cazıların dolup taştığı, korkunç, her yeri yanmış, küllerle dolu olan bir köyde bırakıp gelmiştim. Mehmet Amca’nın yüzüne bile bakmaya çok utanıyordum. Ama o bir şeyler anlamış olacak ki yanıma gelip sessizce “Begüm biraz kendi takılmayı sever.” demişti. Sesinin ruha dokunan bir inceliği vardı. İçim rahatlamıştı. Sakince odama gitmiştim. Yatağa uzandığım gibi uyuyakalmışım. Sabah, Begüm’ün annesi Aynur Teyze’nin çığlıkları ile uyandım. Öyle hararetli hararetli yürüyordu ki adımlarının yönünü kestirmek pek de zor değildi. Bir anda aklıma Begüm gelmişti. Yoksa Begüm ile mi ilgiliydi bu çığlıklar? Korkuyla yatağımdan fırlayıp camdan bakmıştım. Hemen karşımızda Begümler oturuyordu. Aynur Teyze’yi ağlarken gördüm. Etrafı incelemeye çalışırken bir yandan da anneme sesleniyordum. Annem hiç ses vermiyordu. Annem genelde mutfakta otururdu. Bu yüzden mutfağa gitmeye karar vermiştim. Tam pencereden gözümü ayıracaktım ki Aynur Teyze’nin hemen yanındaki cesedi gördüm. Siyah saçlarından tanıdım hemen. Begüm’dü bu. Gözlerime inanamadım. Hiç bir şey düşünmeden koşarak aşağı indim. Begüm’ün cesedi tam yanımdaydı. Begüm hep solgundu zaten. Teni hep bembeyaz görünürdü. Ama o günki hali bambaşkaydı. Küçüklüğümden beri yanımda olan arkadaşımın ölümünü kaldıramazdım. Babamın ölümünde, dışlandığımda, kimse beni sevmediğinde bile o hep yanımdaydı. Kim ne derse desin, o ne yaparsa yapsın Begüm benim en yakın arkadaşımdı. O benim tek dostumdu. Şimdi tam başucumda cansız bedeni duruyordu. Buna katlanamazdım. Yüzüne baktım. Hâlâ korkuyordu sanki. Vücudunda garip izler vardı. Çok keskin çizikler vardı fakat bir hayvan pençesinin bırakabileceği ize göre çok ince izlerdi. Ormanda bir hayvanın saldırısına uğradığını düşünenlerin aksine ben böyle düşünmüyordum. Daha çok tırnak izlerine benziyorlardı. Ama gerçekten uzun tırnakların bırakabileceği izlerdi bunlar. Vücudunun bazı yerlerinde beyaz tozlar vardı. “Bunlar ne?” diye sorduğumda herkes bilmediğini söyledi. Kıyafetleri yırtılmıştı. Ceketinin cebinden bir şeyler düşmüştü. Gül yapraklarıydı. Biraz daha dikkatli baktığımda bir kaç kızıl, turuncu tüy gördüm. Hepsi çok tanıdık geliyordu. Biraz daha düşününce aklıma araştırmalarımız gelmişti. Bunlar.. Bunlar cazıların işaretiydi. Yoksa Begüm’e cazılar mı musallat olmuştu? Tüm bunları düşünürken polisin sesiyle irkildim. “Artık neler olduğunu anlatmana ihtiyacımız var.” dediğini hatırlıyorum. Sıkılmış, bıkkın ve soğuk bir sesle sormuştu. Korkuyordum. Sadece “Begüm nerede?” diyebilmiştim. Herkes bana bakıyordu ama kimse cevap vermiyordu. Korkuyordum. Bir anda neler olmuştu? Daha az önce Begüm yanımdaydı. Polise ne zaman gelmiştik? Gözlerimden yaşların aktığını hissedebiliyordum. Polis “Anlaşılan bir yanıt alamayacağız.” demişti ümitsiz ve yine soğuk bir sesle. Oradan ayrıldık. Kimse tek laf bile etmiyordu. Korkuyordum. Begüm neredeydi? Eve gidince annem her şeyi anlattı. Bizi bir mağarada bulmuşlar. Benim öylece taşın üstünde oturduğumu, Begüm’ün ise kanlar içinde yerde yattığını söylediler. İnanamadım. Cazıdan kaçarken girdiğimiz mağaradan bahsediyor olmalıydılar. “Hayır” dedim. “O mağaradan çıktık. Üstelik bir sürü şey yaşadık.” , “Hayır.” dedim ama kimse bana inanmadı. Bağırıyordum. O mağaradan çıkmıştık. Neden kimse inanmıyordu? Korkmaya başlamıştım. Ben aklımı mı kaçırıyordum? Köyümüzü bu lanetten kurtaramamıştık. Üstelik Begüm’ü kaybetmiştim. Evimize yaklaştığımızda Aynur Teyze’nin bana olan bakışlarını görmüştüm. Neden öyle bakıyordu? Öyle sinirliydi ki. Her an beni öldürebilecekmiş gibi bakıyordu. Korkmuştum ama bir anlam verememiştim. Aynur Teyze ile hep iyi anlaşırdık. Sonradan farkettim ki herkes böyle bakıyordu. Ağlamaya başladım. Neler oluyordu? Herkes benim Begüm’ü öldürdüğüme inanıyordu. Nasıl böyle bir şeye inanırlar? Anlayamıyordum. Tüm bu olanlar o kadar tanıdıktı ki. Her şey Gürgenağaç köyünde yaşananların aynısıydı. Koşarak eve girdim. Hemen kitabı açtım. Yaşadıklarım ve Akbel’in hayatıyla ilgili bağlantılar kurmaya çalıştım. Her şey aynıydı sanki. O an farketmiştim. Begüm’ün doğum lekesi.. Belinda ile aynıydı. Üstelik daha önce nasıl farkedememişim? Belinda ve Begüm ikiz gibiydiler. O kadar çok benzer yönleri vardı ki. Sayfayı dikkatlice okuyordum. Bir anda altta el yazısıyla yazılmış bir not gördüm. “Seni seviyorum Serap, buradan git.” yazılı bir not vardı. Ama notu yazan kişi kısmında Belinda yazıyordu. Hiç bir şey anlayamamıştım. Camdan baktım. Herkes Aynur Teyze’nin başında toplanmış onu teselli ediyordu. Birinin bakışları benim camıma yöneldi. Nefret dolu bakıyordu. Herkes beni katil olarak görüyordu. Belli ki burada artık bir yerim yoktu. Hiç düşünmeden tüm kitaplarımı ve gerekli eşyalarımı çantama doldurdum. Kalabalığın arasında kimse beni farketmedi bile. Ya da herkes zaten gitmemi istiyordu. Ama öyle ya da böyle hiç bir engel karşıma çıkmadan o köyü terk ettim.
Bir kaç gün geçmişti. Kalacak bir yerler bulmuştum. Bazı günler kalacak yerim belli olmasa da hiç yoktan iyidir diye düşünüyorum. İnsanların bir şeyler konuştuğunu duydum. Bir yangınla ilgiliydi. Onları dinlemeye başladım. Korkunç bir yangından bahsediyorlardı. Korkmuştum. Kimseye zarar gelmemiştir umarım diye geçirdim içimden. Fakat bir anda.. Nutkum tutulmuştu. “Maviköy cayır cayır yanıyor.” demişti birisi. Duyduklarıma inanamadım. Tam anlamıyla Gürgenağaç köyünün yaşadıklarını yaşıyorduk. Hemen kitabımı elime aldım. Gürgenağaç köyü ile ilgili olan kısmı okumak istiyordum. Fakat ne kadar aradıysam da bulamadım. Yok mu olmuştu ne? Aradım aradım bulamadım. Tam bir sayfa daha çevirecektim ki o an sayfada yazılı olan “Maviköy” ibaresini gördüm. Şaşkınlıkla okudum. Bu.. Bu bizim hikayemizdi. Benim ismim, Begüm’ün ismi geçiyordu. Okudukça hıçkırarak ağlıyordum. Daha fazla dayanamadım. Bu kitabı bir daha kimse okusun istemiyordum. Kimse bir daha bizim yaşadıklarımızı yaşasın istemiyordum. Kimse bir daha böyle bir şey araştırsın istemiyordum. Kitabın sayfalarını öylece yırtıp denize fırlattım. O günden sonra ne kitaba ne olduğunu biliyorum ne de köye ne olduğunu. Artık sadece ben varım hayatımda. Başka kimse yok. Başka bir hikaye de, başka bir dostta..