Soğuk bir eylül akşamıydı, tüm şehir sessizdi. Bu gece de diğer tüm geceler gibiydi işte, varlığımın yerleri süsleyen güz yaprakları kadar dahi bir kıymeti yoktu. Amaçsızca yaşıyordum. Sokaklar sanki içine sıkışıp kaldığım bu hayatın avlusu gibiydi, durmaksızın volta atıyor ve hayatımın süresini doldurmayı bekliyordum. Koca bir ömür nasıl geçecekti böyle?.. Bazen insan düşünmeden edemiyordu.
Bugün de bomboş geçmişti, tıpkı dün ve bir önceki gün olduğu gibi. Sabahlar bir şekilde akşam oluyordu fakat nedenini anlamasam da geceyi sabah etmek bu işe yaramaz ruhuma ağır geliyordu. Duvarlar üstüme üstüme gelmişti ve bir hışımla dışarı atmıştım kendimi, sahile doğru ağır ağır ilerliyordum. Onlarca dükkânın önünden geçmiştim fakat aklım o kadar benimle değildi ki sorsalar bir tanesinin bile adını söyleyemezdim. Ben karanlık düşünceler içine dalıp gitmişken bir ses duydum: “Rasim?”
Bir anda ismimi duymuş olmanın verdiği hayret ile duraksadım ve afallayarak sesin geldiği yöne döndüm. Benim yaşlarımda bir adam, suratında anlam veremediğim bir gülümseme ile bana bakıyordu. Başta tanıyamayarak kaşlarımı çatmak üzereydim ki bir anda gözüm ısırmaya başladı onu. Bu adam benim liseden eski arkadaşım İsmet Karagöz’ün ta kendisiydi. “İsmet? Sen misin yoksa?” dedim şaşkınlıkla. Eskilerden tanıdık bir sima görmenin verdiği karışık duygular beni de gülümsemeye iterken uzun zaman sonra ilk defa kendi içimde yaşam emareleri hissetmiştim, bu sıcaklık bana uğramayalı epey oluyordu.
İsmet “Benim ya, eski dostum!” deyip kollarını açtığında iki eski dost olarak sarıldık, hasret giderdik. Birlikte yakınlardaki bir çay ocağına uğradık ve demli birer çay eşliğinde havadan sudan sohbet etmeye başladık. Lise arkadaşımın artık evli ve iki çocuk babası olduğunu, belediyede masa başı bir işte çalıştığını, hayatını düzene oturttuğunu öğrenmek bir yandan onun adına mutlu olmamı sağlamış, bir yandan da kendime olan nefretimi bir hayli arttırmıştı. Söyledikleriyle bir baltaya sap olamadığımı, kendime güzel bir hayat kuramadığımı, şu hayatta en ufak bir başarımın dahi olmadığını bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı sanki ama zararı yoktu zira tüm bunlar benim bir an olsun aklımdan çıkmıyordu zaten.
“Anlayacağın yaşayıp gidiyoruz bir şekilde kardeşim, çok şükür her şey yolunda. Aman... Hep benden bahsettik, biraz da sen anlat! Nasıl gidiyor hayat?”
“Ah be İsmet, ah be abiciğim... Hayat pek de parlak gitmiyor bu aralar. Biliyorsun, liseden sonra hemen çalışmaya başladım ben. Babamın borç işleri falan derken bulduğum her işte çalıştım. Gençliğimin en güzel günlerini sırtımdaki o ağır yükle geçirmişim, yeni yeni anlıyorum. Şimdi borç falan kalmadı ortada ama ben zamanında kendimi öyle paralamışım ki artık kendime uzak düşmüşüm gibi hissediyorum. Ne düzgün bir işim ne de seninki gibi sıcak bir yuvam var. Boş geldik boş gidiyoruz anlayacağın..”
İsmet’in yüzünde düşünceli ifade oluştu, kafasında bir şeylerin hesap kitabını yapar gibiydi. Bir süre sessiz kaldı, ardından söze girdi: “Bak şimdi Rasim... Sen benim kardeşimsin, biliyorsun. Kardeşlerden biri zordaysa diğeri ona elini uzatır. Hemen karşı çıkma, gurur yapma. Benim bir arkadaşım var, bir hastanede yöneticilik yapıyor. Bir Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi. İşçi açıkları olduğundan bahsetmişti geçenlerde. İstersen onunla bir konuşayım ben, hasta bakıcısı olarak başlarsın, olmadı hesap kitaba ya da temizliğe bakarsın. Bir gelirin olmuş olur, sen de rahatlarsın hem. Ne dersin?”
Bu, reddedemeyeceğim bir teklifti. Ne diyeceğimi bilememiştim, bir an için gerçekten hayatımın yoluna girebileceğine dair bir ümit peyda olmuştu ruhumun derinliklerinde. “Kardeşim... Ne diyeyim ki ben şimdi? Eğer bana bu iyiliği yaparsan hayatım boyunca sana borçlu kalırım, inan bana.” İsmet gülümsedi ve bana dostlar arasında böyle şeylerin lafının olmayacağını söyledi. Ardından daha da keyifli bir şekilde çaylarımızı içmeye devam ettik.
O günden sonra her şey tahmin edemeyeceğim kadar hızlı gelişmişti. İsmet bahsettiği arkadaşıyla görüşmüştü ve ben iki gün içinde yeni işimde çalışmaya başlamıştım bile. “Karaağaç Akıl Ve Ruh Sağlığı Hastanesi”. Hastanenin ismi buydu, basit bir ismi vardı fakat içinde onlarca yaralı ruhu barındıran bir binaydı burası. Beyaz renk burada masumiyetten ziyade yalnızlık hissini anımsatıyordu bana zira buradaki herkes yapayalnızdı.
Pek kalabalık değildi, hasta sayısı da çalışan sayısı da az olan bir hastaneydi o yüzden birkaç işe birden bakıyordum. Bazen danışmada oluyordum, bazen de odaları derleyip topluyordum. Güzel bir bahçesi vardı buranın, durumu nispeten daha hafif olan hastalar günün çoğunu bahçede geçiriyordu. Genci de vardı yaşlısı da... İnsanın aklını kaybetmesi için çok uzun yaşamasının değil de asıl çok şey yaşamasının gerektiğini burada günlerimi geçirdikçe daha iyi anlıyordum. Aradan birkaç ay geçmişti ve ben işime iyice alışmıştım, birkaç arkadaş dahi edinmiştim, elle tutulur bir maaşım da vardı. Gerçekten de yalan yok, bazen başıma talih kuşunun konduğunu düşünmüyor değildim.
Bir gün yine işe vakitlice gelmiş ve görevli giysilerimi giydikten sonra işimin başına geçmiştim. Bir odadaki çarşafları değiştirmem gerektiği bana söylenince gerekli malzemeleri alıp üst kata çıkacaktım ki 12 numaralı odadan gelen çığlık sesleriyle irkilerek duraksadım. Bir ses, yardım çığlıkları atarcasına bağırıyordu. “Git buradan! Bırak beni, yalvarırım bırak artık beni!”
Hissettiğim korku titrememe sebep olurken merakıma engel olamadım ve aralık olan kapıya iyice yaklaşıp odanın içine baktım. İçeride 50’li yaşlarında görünen bir hasta vardı ve parmağıyla pencerenin önündeki bir yeri işaret ederek “Bağışla beni... Lütfen, vazgeç artık bana zulmetmekten!” dedi. Korkarak işaret ettiği yere baktım. Ancak pencerenin önünde kimse yoktu.
Hasta bakıcı arkadaşım Emrah hastaya bir şeyler söylemeye çalışıyordu ancak adam onu hiç duymuyor gibiydi. Fakat sonra bir anda sanki biri onu bıçaklamış gibi karnını tuttu ve tiz çığlığı odada yankılanırken yere çömeldi. Emrah durumun kötüleştiğini fark etti ve son çare olarak hastaya sakinleştirici bir iğne yaptı. Adam yavaşça bilincini kaybetti ve Emrah da birkaç kişinin yardımıyla onu yatağına yatırdı. Birkaç dakika sonra Emrah odadan çıktı, bense kapının kenarında korkuyla onu bekliyordum. Gerçekten kelimenin tam manasıyla tüylerim diken diken olmuştu.
“Emrah, baksana bi’.” diye ona seslendiğimde alnındaki terleri elinin tersiyle silerek yanıma geldi. “Efendim Rasim abi?”
“O hasta kim, nesi var? Ben bağırdığını duydum da, merak ettim.”
“Sorma abi... Bu hasta Tahsin Bey oluyor, Tahsin Şahin. Hastanenin en eski hastalarından diyorlar, adam neredeyse 19-20 yıldır buradaymış. Karısını ve bir yaşındaki bebeğini kaybedince aklını kaybetmiş diyorlar. Şizofrenisi var, sürekli olmayan şeyler görüyor, birileriyle konuşup duruyor. Her gün nöbetler geçiriyor, krizleri şu son haftalarda iyice arttı. Benden duymuş olma ama...” derken biraz daha yaklaştı ve söylediği şeyin duyulmasını istemediğini belli edercesine elini ağzının kenarına tuttu. “...Tahsin Bey için lanetlenmiş diyorlar. Üç harflilerin ona uğradığını söyleyenler var. Sen sen ol, pek yanaşma ona.”
Duyduklarım bende ufak bir şok etkisi bıraktığı için korku içinde yutkundum, Emrah’ın söylediklerine cevaben yalnızca başını sallayabilmiş, hiçbir şey söyleyememiştim. O yanımdan geçip gittiğinde ise derin düşüncelerimle baş başa kalmıştım.
O tuhaf olaydan beri birkaç gün geçmişti ve Tahsin Bey meselesi hâlâ kafamı kurcalıyordu, aklım ve ruhum beni iki yana çekiştiriyordu sanki ve ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Aklım tabii ki de mümkün olduğunca bu olaydan uzak durmamı, Tahsin Bey’e yaklaşmamanın en mantıklı seçenek olduğunu, tüm bunların tartışmaya dahi kapalı olduğunu söylüyordu. Ancak ruhumun derinlerinde bastıramadığım bir merak vardı ve işte o merak beni sorular sormaya itiyordu. Bahçedeydim ve Tahsin Bey’in bir bankta sessizce oturup ağaçları izlediğini gördüğümde bahsettiğim o merak beni ele geçirdi ve sonunu hiç düşünmeden adımlarımın beni onun yanına götürmesine izin verdim.
Usulca ona yaklaştım ve “Tahsin Bey?” diye seslendim. Hiçbir tepki vermedi, gözlerini bir kırpmadan bahçedeki ağaçları seyretmeye devam etti. “Bir ihtiyacınız var mı diye sormak için geldim de...”
Bir süre sessiz kaldı. Yine de bir şeyler söyler umuduyla bekledim ama bu bekleyiş biraz uzun sürünce konuşmak istemediğini düşündüm. Tam arkamı dönecekken sesini duydum: “Şemsiye.” dedi. “Bir şemsiye istiyorum.”
İster istemez havayı kontrol etmek adına başımı yukarı kaldırdım ancak hava günlük güneşlikti. Ilık bir rüzgâr esiyordu, ne sıcak ne de soğuktu ve rahatsız edici bir güneş de yoktu. Yine de benden bir şey istemesi ve benimle konuşması yeterince büyük bir olay olduğu için hemen harekete geçtim. Bu havada şemsiye istemesinin anlamsızlığına takılmamaya çalışarak görevli odasından sarı bir şemsiye aldım, yeniden bahçeye çıktım ve onun yanına gittim. Önüne geçerek şemsiyeyi ona uzattım. “Buyurun, şemsiyeniz.”
Ağır hareketlerle önce ona uzattığım şemsiyeye, sonra da bana baktı. Ardından şemsiyenin sapını kavradı ve bana bakmadan konuştu: “Adın ne senin?” Biraz heyecanlansam da bunu sesime yansıtmamaya çalışarak onu “Adım Rasim, efendim.” diye yanıtladım.
Bana “Sen diğerleri gibi korkuyla bakmıyorsun bana.” dedi. Ekledi: “Neden?”
“Ben... Dürüst olmak gerekiyorsa sizi merak ediyorum efendim.” Bunu söylemek ne kadar doğruydu bilmiyordum bu yüzden Tahsin Bey’in tepkisini anlamaya çalıştım fakat ifadesizliğini koruyordu. Kısa bir sessizliğin ardından konuştu: “Otur.”
Söylediğini yaparak yanına oturdum, o ise konuşmayı sürdürdü. “Ben deli değilim dediğimde bana inanmıyorlar.. Her deli aynı yalanı söylermiş, hiçbir deli deli olduğunun farkında değilmiş, falan filan.. Ama ben, gerçekten deli değilim. Ve sen.. Sen bana inanacaksın.” Sözleri bittiğinde mavi renkli gözleriyle bana baktı lâkin bu öylesine derin ve öylesine keskin bir bakıştı ki bir an için bakışlarıyla beni dondurabileceğini düşündüm zira kelimenin tam anlamıyla buz kesmiştim.
Onunla olan bu tuhaf sessizliğimizi bölen şey bir gök gürültüsü sesinden başka bir şey değildi. Kulaklarımın bana korkunç bir oyun oynadığını düşündüm fakat inanılır gibi olmasa da daha az önce bembeyaz olan bulutlar griye çalmaya başladı, önce bir defa daha gök gürültüsü duyuldu. Ardından şimşek çaktı ve bir anda sağanak yağan yağmur damlaları üzerimize hücum etmeye başladı.
Yağmur yağıyordu.
Öyle şaşkındım ki yağmurdan kaçmak aklıma bile gelmiyordu. Bana kıyasla Tahsin Bey oldukça sakindi. Az önce ona verdiğim sarı şemsiyeyi açtı ve yukarı kaldırarak kendini ıslanmaktan korudu. Bense sırılsıklam olduğum halde yerimden kalkamayacak kadar şok içindeydim. Tahsin Bey bana baktı, ürpertici bir gülümseme eşliğinde işaret parmağıyla benim arka tarafımda bir yeri işaret etti ve dedi ki: “O, bana yağmur yağacağını söylemişti.”
İşaret ettiği tarafa baktım fakat... Kimse yoktu.
Aradan birkaç gün daha geçti fakat ben hâlâ daha o yağmurlu günün etkisindeydim. Odaları temizlerken, dosyaları düzenlerken, işimi yaparken... Sadece ama sadece Tahsin Bey’in yüzündeki o korkunç gülümsemeyi düşünüyordum. Bakışları kelimelerle anlatamayacağım hislerle doluydu, bir ad koyamıyordum. Acıyı, hüznü, kurnazlığı ve intikamı aynı anda barındırıyordu sanki. Ve ben geri çekilmek bir kenarda dursun artık daha da büyük bir merak içindeydim. Bilme isteği içimi karıncalandırıyordu sanki, bir an evvel o gördüğü şeyin ne olduğunu öğrenmeye ihtiyacım vardı.
Tahsin Bey ile arada sırada yeniden bahçedeki o bankta oturuyorduk. Kimi zaman sessizce ağaçları izliyorduk, kimi zamansa o bana anlamakta zorlandığım bilmeceden hallice hikâyeler anlatıyordu ama sorun değildi. Tuhaf da olsa bir çeşit dostluk kurduğumuzu hissediyordum ve bu bana iyi gelmişti. Şimdilerde böyle garip olaylar başıma geldikçe düşünüyordum, ben bu hastanede çalışmadan önce yaşıyor muydum ki? Heyecan ve merak denen hisler ile geçen zamanlar insana yaşadığını hissettiriyormuş, bunu deneyimlemekten memnundum. Komadan uyanmış bir hastanın hayata bağlılığı vardı üzerimde. Artık bir saniye daha ölü gibi yaşamaya tahammülüm yoktu.
Bir gün yine bahçeye çıktığımda Tahsin Bey’i bankta otururken gördüm ve yanına gittim. Biraz stresli ve panik olmuş bir hâli vardı. Kaşlarını bir hayli çatmıştı, devamlı etrafı kolaçan ediyordu ve alnındaki ter damlaları tedirginliğini gözler önüne seriyordu. “Tahsin Bey,” diye seslendim ona. “Huzursuz görünüyorsunuz. Bir şey mi oldu?”
Aniden yüzünü bana çevirdi, bir süre bekledi ve bana “Senden bir şey isteyeceğim..” dedi. Ben daha cevap vermeye kalmadan telaşla koluma sarıldı, sanki çok az bir zamanımız varmışçasına aceleyle konuştu: “Bu hastanenin arka bahçesinde bir meşe ağacı var. O ağacın dibinde kara kaplı bir defter gömülü.. Muhakkak o defteri bulup yakmalısın evlat! Onun içindekiler bu dünyadan silinip gitmeli.. Kül olmalı! Beni anlıyor musun?!” Kolumu hafifçe sıktı ve beni silkelemek istercesine sarstı, arından ekledi: “Bana yardım edecek misin..?”
Kolumu oldukça acıtmıştı ve öyle bir bakmıştı ki evet haricindeki bir cevabı kabul etmeyecek gibiydi. Bu telaşına anlam veremesem ve biraz korksam da başımı sallayıp “Tamam,” dedim. “..yardım edeceğim.”
O gün hava biraz kararmaya yakınken ve herkes içeriye girdiğinde arka bahçeye gidip Tahsin Bey’in bahsettiği meşe ağacının yanına vardım. Bunu benden neden istediğini bilmiyordum ve çok da sorgulamıyordum, sadece içten içe birazdan bu kalkıştığım işten dolayı pişman olmamayı umuyordum.
Ağacın dibine geçtim ve yere eğildim, ardından kenarda bulduğum bir odun parçasıyla toprağı eşelemeye başladım. Çok vakit geçmeden defteri bulmuştum, fazla derinde değildi. Siyah renkli ve deri kaplı bir defterdi bu. Oldukça kalındı ve saman sarısı yaprakları vardı. Bu defteri parmaklarımın arasına aldığım an avuçlarıma ağır bir yük binmiş gibi bir his kaplamıştı içimi. Sanki yoğun bir duman kokusu parmak boğumlarıma dek sinmiş, içime işlemişti. Bu garip his içimi bir hayli huzursuz etse de defteri bir kenara koyup az evvel eşelediğim toprağı yerlerine geri sürdüm ve elimdeki toprakları silkeleyip, defteri de aceleyle kavrayıp hemen oradan uzaklaşmaya başladım.
Hastaneye geri döndüm ve saat geç olduğu için kimsenin orada olmadığını düşünerek görevli odasına girdim. Tam da düşündüğüm gibi, kimse yoktu. Defteri masanın üstüne bıraktım ve çekmeceleri karıştırıp ufak bir çakmak buldum. Derin bir yutkunuşun ardından cesaretimi toplayarak defteri göz hizama kadar kaldırdım, ardından ise çakmağı yaktım. Tam defterin yapraklarını çakmağın alevi ile buluşturacaktım ki o esnada defterin içinden bir şey düştü yere.
Bir fotoğraftı bu.
Yere eğilip fotoğrafı aldım. Üç kişi vardı fotoğrafta: Bir adam, bir kadın ve bebekleri. Adam Tahsin Bey'in gençliğine çok benziyordu, ben de bu fotoğrafın onun kaybettiği ailesine ait olduğunu düşündüm. Mutlu görünüyorlardı. Kalbime hücum eden hüzün beni derince iç çekmeye iterken bir yandan da bu defterin içinde yazılanların Tahsin Bey'in geçmişiyle ilgili olduğunu düşünmüş ve merakla dolmuştum.
Okusam ne olurdu ki? Okuduktan sonra Tahsin Bey'in dediği gibi defteri yakar ve hem onun dediğini yapmış hem de merakımı gidermiş olurdum.
Kendimi ikna etmem öyle kısa sürmüştü ki hemen defterin kapağını aralamıştım. Güzel bir el yazısıyla karşılaşmıştım ve üst tarafta bir tarih de yazılıydı. Bunun bir günlük olduğunu anladığımda merakla yazılanları okumaya başladım. Her şeyin değişeceğinden ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağından habersizdim.
12 Haziran 1982
Sevgili günlük,
Dün okullar tatil olduğu için çok mutluyum. Karnemin iyi gelmesine babamlar çok sevindiği için bana bir oyuncak araba alacaklarını söylediler.
Yarın köye gideceğiz!.. İzmir çok güzel ama köyü de çok özledim. Giresun'daki köyümüzde dereye girmeyi, kuzenlerimle komşuların ziline basıp kaçmayı, tavuklara mısır vermeyi, Sarıkız'ı sevmeyi, Kestane'yle kovalamaca oynamayı, düğünlerde horon tepmeyi, anneannemden kuş dili öğrenmeye çalışmayı ve bunun gibi daha birçok şeyi çok ama çok özledim! Bir an önce yarın olsun istiyorum...
17 Haziran 1982
Sevgili günlük,
Köy gerçekten çok güzel! Dağlarımızın güzel mi güzel manzarası hakikaten cennet gibi. Keşke hiç İzmir'e dönmesek ve hep burada kalsak.. Burada amcamlar, halamlar, kuzenlerim.. Hepimiz birlikte kalıyoruz.
Bazen babaannem bize yer yatağı seriyor ve kuzenlerimle birlikte uyuyoruz. Amcam dışarıdaki armut ağaçlarının arasına bir hamak kurdu, gündüzleri orada oynuyoruz.
Ağustos olunca annemler fındık toplamaya gidecek, o zamanları pek sevmiyorum gerçi ama yine de şimdilik mutluyum.
Köyü çok seviyorum.
21 Haziran 1982
Sevgili günlük,
Bugün, garip şeyler oldu.
Aslında sabah her şey çok güzeldi, erken kalkıp ailecek kahvaltı etmiştik, annemler ve yengemler bahçe işlerine bakarken biz de kuzenlerimle oyun oynamıştık.
Sonra akşam yemeği yedik, hava karardığında bir anda elektrikler kesildi ve ortalık zifiri karanlık oldu. Amcam vitrinden bir mum buldu ve onun sayesinde etraf biraz aydınlandı neyse ki.
Sonra büyükler kendi aralarında sohbet ederken biz de kuzenler olarak yer sofrasının etrafında bir daire oluşturduk. Amcamın oğlu Yusuf heyecanla dedi ki: "Hadi korku hikâyesi anlatalım! Eskiden elektrikler kesilince hep korku hikâyesi anlatırmış babamlar."
Ben başta pek istemedim doğrusu, çünkü gece kâbus görmek istemiyordum. Gündüz olsa sorun olmazdı ama uyumadan hemen önce böyle şeyler dinlemek ne kadar mantıklıydı Allah aşkına?
Ama sonra benimle korkak korkak diye dalga geçtiler ve ben de kabul etmek zorunda kaldım. İlk önce Mustafa "Cazıları biliyor musunuz..?" diye sordu. Herkes bildiğini söyledi ama ben bilmiyordum. "Onlar ne ki?" dedim kaşlarımı çatarak.
"Cazılar, Karadeniz bölgesinde çok yaygın görünen şeytani ruhlardır aslında Tahsin... Genellikle yaşlı teyze görünümünde insanların karşısına çıkarlar. Ben size cazılarla ilgili bir şey anlatacaktım ama daha iyi bir fikrim var: Bence hepimiz bildiğimiz cazı hikâyelerini anlatalım!" dedi Mustafa.
Herkes onayladı, ben de mecburen dinlemeye başladım.
"Bizim aşağıki köyde, Gecir köyünde, bir gün bir cazı adamın birine sinirlenmiş. Sonra da onun sabununa kırk tane iğne batırıp büyü yapmış. Adam yıkanırken o sabunu kullanmış. Sabun azaldıkça adam tıpkı yapraklar gibi kurumaya, derisi buruşmaya ve içe çekilmeye başlamış. Sabun azaldıkça adam kurumuş da kurumuş, kurumuş da kurumuş ve en sonunda sabun bittiğinde adam oracıkta can vermiş."
Herkes yersiz bir heyecanla yerinde zıplamış, çığlıklar atarak birbirine sarılmıştı. Bense yüzümü buruşturarak "Siz böyle saçmalıklara inanıyor musunuz? Böyle bir şey mümkün mü sizce?!" diye çıkışmıştım.
Daha sonra halamın kızı Gülsüm dedi ki: "Öyle deme Tahsin, ben de bir şey duymuştum cazılarla ilgili. Bizim rahmetli Kadir Dayı vardı ya hani, işte o ölmeden önce bir gün bir ormanda yavru bir oğlak bulmuş. Etrafta da kimseler olmayınca onu evine götürüp evinde bakmak istemiş. Ama Kadir Dayı oğlağı evine götürdüğü günün ertesi sabahı felç olmuş! Köydeki teyzelerin demesine göre o oğlak aslında cazıların oğlak kılığındaki bir yavrusuymuş ve Kadir Dayı onu alınca sinirlenip onu lanetlemişler."
Hüseyin: “Ben de bir defasında anamlar konuşurken duymuştum. Bir gün yine bir cazı adamın birine sinirlenmiş, bir kurbağa yakalayıp onu öldürmüş ve karnının içine pakla doldurmuş. Sonra onu bir tele asıp büyü yapmış. Daha sonra içindeki pakla yüzünden kurbağanın karnı şişmeye başlamış ama kurbağa şiştikçe adamın da karnı şişiyormuş. Kurbağa şiştikçe adam da şişmiş, şiştikçe şişmiş derken bir anda kurbağa patlayıvermiş ve kurbağa patlayınca adamın karnı da patlamış!”
Göz devirerek "Yahu bu saçma hikâyelere nasıl inanırsınız aklım almıyor! Kim anlattıysa besbelli ki amacı sizi korkutmak imiş. Siz de korkmuşsunuz işte." dedim. Gerçekten akla mantığa sığmayan bu komik hikâyelere inanmaları bir acayipti.
Sonra herkes bana kızmaya başladı ve beni inandırmak için daha çok hikâye anlattılar. Bayram girdi söze bu sefer. "Bak bu gerçekten yaşanmış bir hikâye Tahsin; büyük dedemiz var ya, işte onun başından geçmiş! Bir gün büyük dedem değirmene buğday öğütüp un yapmaya gitmiş, buğdayı değirmene koymuş ama birden bir uyku bastırmış, azıcık kestireyim demiş. Sonra gözünü açtığında etrafında en az on tane cazının şenlik yapıp danslar ettiğini görmüş ve hemen kaçmış oradan. Cazıların yaptığı şenlikler ve oyunlar çok meşhurdur.”
Kezban da heyecanla ekledi: “Bizim orada da yeni doğum yapanlara büyük teyzeler sürekli ‘Çocuğunun başından ayrılma, cazı gelir çocuğunu yer!’ diyor, gerçekten çok korkunç!” Herkes onu onaylayıp cazının insanları yediğini hep duyduklarını söyledi. Gerçekten tahammülüm kalmamıştı, ofladım ve “Biraz daha sizin şu saçma hikâyelerinizden dinlersem gerçekten kusacağım, ben yatmaya gidiyorum.” dedim. Bütün kuzenlerim arkamdan gülmüş ve korkup kaçtığımı söylemişlerdi ama alakası yoktu, sadece hepsinin bu aptal şeylere inanmasına katlanamamıştım o kadar. Onları duymazdan gelip odaya geldim ve şimdi de uyuyacağım.
Bir: Ben cazılardan korkmuyorum.
İki: Cazılar asla gerçek olamaz.
2 Temmuz 1982
Sevgili günlük,
Günlerdir bütün kuzenlerim benimle dalga geçiyor! Bir türlü cazıların gerçek olmadığına inanmıyorlar ve ben tek kişiyken onlar çok kalabalık! Gerçekten sinirleniyorum ama elimden bir şey gelmiyor. Kim açtı bu saçma sapan cazı mevzusunu sanki?!
Bazen Mustafalar duvar diplerine saklanıp beni korkutmaya çalışıyorlar, geceleri ben uyurken garip sesler çıkarıyorlar. Bana tuhaf tuhaf, üzerinde “Gel...” yazan kâğıtlar yolluyorlar. Bunlar ile beni korkutabileceklerini sanıyorlarsa çok yanılıyorlar!
Bir insan bir şeyden ne kadar nefret edebilirse cazılardan o kadar nefret ediyorum!
18 Temmuz 1982
Sevgili günlük,
Mustafa’ya artık ben uyurken tuhaf sesler çıkarmaması gerektiğini ve o kâğıtları yollamasının gereksiz olduğunu, artık bu işin tadının kaçtığını söyledim ama... Bana bunları hiç yapmadığını söyledi. Oldukça ciddi görünüyordu.
O hâlde beni bir yere çağıran o mektupları kim gönderiyor, kim benimle böylesine uğraşıyor?
Bu iş gerçekten can sıkıcı olmaya başladı.
Bir an önce İzmir’e dönmek istiyorum.
8 Ağustos 1982
Sevgili günlük,
Bugün neler oldu tahmin edemezsin!
Geçenlerde sana bahsettiğim, anneannemlerin komşusu Reşit amcanın oğlu Poyraz var ya hani, o gıcık çocuk! Bugün maalesef onunla karşılaştım. Poyraz ve kuzenim Yusuf yakın arkadaşlar, sanırım Yusuf laf arasında benim cazılara inanmadığımı falan söylemiş. Bugün de Poyraz ile karşılaşınca benim korkak olduğumu, inanmama bahanesiyle aslında ödlekliğimi gizlediğimi falan söyledi. Ona öyle sinir oluyorum ki..!
Muhakkak bir yolunu bulup Poyraz’a korkaklık etmediğimi kanıtlayacağım.
12 Ağustos 1982
Sevgili günlük,
Bugün cesaretimi toplayıp Poyraz’ın yanına gittim, artık bu işin bitmesini istiyordum çünkü. Ona dedim ki: “Sana cazıların var olmadığını kanıtlayacağım, göreceksin. Şimdi söyle bakalım, bu cazılar nerede bulunur? Oraya gideceğim ve hepiniz öyle bir şeyin olmadığını göreceksiniz!”
Poyraz önce pek inanmadı ve pişkin bir sırıtış eşliğinde “Korkup kaçmayacağına emin misin?” diye sordu. Ona emin olduğumu söyledim.
Daha sonra Poyraz aynen şunları söyledi: “Peki o zaman, bunu sen istedin. Baldere’deki fındık bahçesinden aşağı doğru indiğinde derenin karşısında bir mezarlık var. Oraya giren herkesin hayatı kâbusa döndüğü için insanlar oraya Kâbuslar Mezarlığı diyor. Eskiden büyük büyük dedelerimiz bir cazı avına çıkmışlar, oradaki mezarların hepsinde işte o cazılar var. Bazı arkadaşlarım uzaktan bakarken o mezarlıkta birilerini görmüş. Eğer oraya gidip döndüğünde hâlâ cazıların olmadığını düşünürsen sana inanacağım, hatta senden özür bile dileyeceğim. Ama olur da onları görürsen kendi şehrine defolup gideceksin!”
İkimiz bir anlaşma yaptık ve el sıkıştık.
Yarın sabah erkenden oraya gideceğim ve cazı diye bir şeyin olmadığını herkese göstereceğim.
Cazılar gerçek değil, biliyorum... Peki ama neden o mezarlığa gitmekten bu kadar korkuyorum?
13 Ağustos 1982
Bugün, hayatımın değiştiği gün.
Bugün, benim büyüdüğüm gün.
Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve hiçbir zaman da olmayacak.
Sabah erkenden kalktım, hazırlandım ve hayatımı mahvetmek üzere yola çıktım. Baldere’ye gittim, fındık bahçesinden geçerken kalbim sanki ağzımda atıyordu. Dereye indim ve taşlara basarak karşıya geçtim, attığım her bir adım sonumu hazırlıyor, beni felaketime götürüyordu.
İşte Kâbuslar Mezarlığı karşımdaydı.
Demir bir kapı vardı önümde, ardına kadar açıktı ve kullanılmaya kullanılmaya pas tutmuştu, etrafını yosunlar sarmıştı. Derin bir nefes aldım ve hayatımın geri kalanı boyunca beni pişmanlığın derin kuyusuna iteceğinden emin olduğum o adımı attım.
Sanki o mezarlığın sınırlarından içeri girdiğim an bedenimi garip bir enerji kaplamıştı; gözlerim kararmış, başım dönmüş ve boğazımda acı bir tat peyda olmuştu. Zar zor gücümü toplayarak mezarlığın orta kısmına doğru ilerledim. Mezar taşları oldukça dağınık bir şekilde dizilmişti toprağa. Oranın toprağı bile bataklık gibiydi zira yerin altındakiler lanetiyle beni yanlarına çekmek istiyordu, biliyordum.
“K-kimse var mı?” diye seslendim, bir cevap gelmemesini umarak.
İçimden dualar ediyordum, oradan sağ salim çıkmayı her şeyden çok istiyordum.
Ama hayat insanın karşısına umduğu şeyleri çıkarmıyordu ne yazık ki.
Mezarlığın uç kısmında eski, harabeden hallice bir kulübe vardı. Bir anda o kulübenin kapısı açıldı, içeriden elinde süpürge tutan yaşlı mı yaşlı bir kadın ile kedisi çıktı. Kalbim sanki saatlerdir maraton koşuyormuşum gibi hıphızlı atmaya başladı ve nefesim boğazıma takılmış gibi hissettim, korkudan gözüme yaşlar dolmuştu.
Yaşlı kadın bana doğru yaklaştı; adımları öylesine ağır, öylesine yavaştı ki sanki asırlar geçmiş gibi hissettim. Saçları kızıl renkteydi, sanki kına yakmış gibiydi. Teni öylesine buruşuktu ki gözlerinin rengini seçemiyordum. Çok uzun tırnakları vardı ve sırtı kamburdu. Köyde karşılaşabileceğim herhangi bir yaşlı nine gibi giyiniyordu; ayağında kara lastikleri, üzerinde çiçekli bir fistanı, belinde peştemalı ve kuşağı, başında ise keşan eşarbı vardı.
“Geldun, gördun. Şimdu inanayi misun, uşağum?” dedi, çatallı bir ses tonu ve Karadeniz şivesi vardı. İşte ben aptallık ile cesaret arasında ipince bir çizgi olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum, o an cesaret olduğunu düşündüğüm şey aslında koca bir aptallıktı. Çünkü karşımdaki kadın sahiden de bir cazıydı, onun varlığını günlerdir inkâr eden benim karşımda dikilmiş ve gerçekliğini onaylamam için bana bu soruyu yöneltmişti. Bense neyime güvendim bilmiyorum ama “Sen bir cazı olamazsın... Bana anlatılan tüm o hikâyeler saçmalıktan ibaret, cazı dedikleri şey asla gerçek olamaz!” diye bağırdım. İşte bu cümleler benim ömür boyu pişmanlığım olacak o cümlelerin ta kendisiydi.
Yaşlı kadın bir anda öfke ile doldu, kaşlarını çattı. Elindeki süpürgeyi yere atıp üstüme yürümeye başladığında geri geri yürüyerek kaçmaya çalıştım ama ayağım bir taşa takıldı ve yere kapaklandım. Cazı kadının gözlerinin beyazı artık görünmüyordu, simsiyah olmuştu. Ağzındaki dişler bir anda sivrildi, tırnakları uzadıkça uzadı, kızıl renkli saçları sanki elektrikliymiş gibi kabardı ve sırtındaki kambur yok oldu. Adeta gözlerimin önünde korkunç bir yırtıcı hayvana dönüştü. Ama daha korkunç olanı ise şuydu ki etrafımızdaki mezarlara gözlerim kaydığında istisnasız her mezar taşının başında önümdeki yaşlı kadına benzeyen birer cazı durduğunu gördüm. Hepsi de bakışlarında aynı öfkeyi paylaşarak bana bakıyordu.
“İnançsuzluğunun bedeluni hayatunla ödeyeceksun. Artık hayatunun her bir anuni pişmanluk içinde geçireceksun. Kâbuslarun bir bir gerçekleşecek ve cesaret sanduğun şey senun lanetun olacak.”
İlk önce bunları söyleyen sadece karşımdaki cazıydı fakat o konuşmayı bitirdiğinde hepsi birden aynı şeyleri tekrar tekrar söylemeye başladı. Sesleri öyle tiz, öyle korkunçtu ki kulaklarımın kanadığını hissettim, artık elimden gelen tek şey hıçkırarak ağlamaktı.
Gücümü toplayıp ayağa kalktım ve arkama bakmadan koşmaya başladım ve fakat koşarken bayılmış olmalıyım, bilincimi kaybetmiştim. Uyandığımda hastanedeydim ve annemler yanımdaydı.
Yaşadığım bu şeyleri birilerine anlatsam bana deli diyecekler, o yüzden susmalıyım.
Eve az önce geldik ama ben... Uyumaya korkuyorum.
Başta da dediğim gibi, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
20 Ağustos 1982
Uyuyamıyorum...
Bir hafta oldu ama ne zaman gözlerimi kapatsam o yaşlı kadını görüyorum. Kâbuslarla ter içinde uyanıyorum, annem bu hâlime anlam veremiyor. Artık ne dışarı çıkmak ne de başka herhangi bir şey yapmak istiyorum. Tek umudum, haftaya İzmir’e döndüğümüzde artık bu cazı illetinden kurtulmak...
Artık köyden nefret ediyorum.
24 Ağustos 1982
Bugün kuzenlerimin ısrarıyla dışarı çıktım, bahçede otururken dizime turuncu bir kelebek kondu. İstemsizce tebessüm ettim çünkü o kelebek gördüğüm kâbusların aksine tıpkı bir rüya kadar güzeldi.
Onu elime aldım, amacım uçana kadar seyretmekti. Gözüm bir ara top oynayan kuzenlerime kaydı, fakat sonra yeniden kelebeğe döndüğümde elimde kocaman bir hamam böceği gördüm ve çığlık atarak yere düşmesi için elimi salladım. Gözlerim bana oyun mu oynadı diye hayretler içinde düşünürken armut ağacının arkasında onu gördüm, cazı kadını...
Ben gerçekten hayatım boyunca böyle mi yaşayacağım artık hep? Koca bir ömür böyle nasıl geçecek?
8 Aralık 1982
İzmir’e döneli aylar oldu, okul başladı fakat ben hâlâ onu görmeye devam ediyorum.
Bazen bir duvar dibinde, bazen yol kenarında ve bazen de yaya geçidinin karşısında oluyor. Beni bekliyor. Yüzünde ise amacına ulaştığını, hayatımı mahvetmeyi başardığını gösteren bir gülümseme oluyor.
Onu mutlu etmekten nefret ediyorum.
27 Nisan 1984
O cazı kadın benim babamı öldürdü!
Kendi gözlerimle gördüm, babamın kanı vardı o iğrenç tırnaklarında.
Anneme söyledim ama bana inanmıyor... Allah’ım, ben ne yapacağım?
3 Mayıs 1984
Annem köye taşınmaktan bahsediyor, babam yokken köyde yaşamak bizim için daha iyi olurmuş, öyle diyor. Ne dediysem ikna olmadı. Eğer ben bir daha o köye gidersem oradan cesedim çıkar dedim ama dinlemedi.
Belki de cesedim çıkarsa nihayet kurtulurum bu işkenceden, kim bilir?
Bazen gerçekten ölmek istiyorum.
11 Kasım 1987
Okulu bırakıp çalışmaya başladım, annemle geçinebilmemizin tek yolu buydu.
Benim bu yaptığım yaşamak değil biliyorum, hayatta kalmak yalnızca.
Ama ben hayatta kalmak için mücadele etmeye çalışmaktan çok yoruldum artık. Ruhum hayatımdan yoruldu, çok yoruldu...
16 Mart 1990
Birkaç haftadır onları hiç görmüyorum, tek dileğim beni unutmuş olmaları.
Hayat nihayet uzun bir süre sonra katlanılabilir gelmeye başlıyor... Ve ben buna alışmaktan korkuyorum çünkü biliyorum, bir gün mutlaka geri gelecekler ve yeniden lanetlerini üzerime salacaklar.
25 Mayıs 1990
Sanırım gerçekten beni unutmaya başladılar çünkü garip bir şekilde hayatımdaki çoğu şey yoluna girmeye başladı. Hatta güzel şeyler bile oluyor.
Birisiyle tanıştım, bir... Bir kız ile. İsmi Firdevs. Cennetin en yüksek, en güzel katı demekmiş Firdevs. Tıpkı ismine benziyor, bu cehennem gibi hayatta bana cenneti hatırlatıyor.
Hayal kurmaya hakkım var mı bilmiyorum lakin yalnızca bir tane hayal kurma hakkım olsaydı şayet, bu hakkımı onunla yepyeni bir hayat kurmak için kullanabilmeyi nasıl da isterdim...
7 Eylül 1990
Lanet nihayet bozuldu, şans yüzüme güldü ve felaket bitti. Zira bu kısacık insan ömründe sevdalandım ben, kalbimin diğer yarısını buldum. Âşık olduğum kadın ile, benim güzel Firdevs’im ile evlendim. Kim bilir belki de küçüklüğümden bu yana yaşadığım tüm o şeyler devamında bir mucize ile buluşacağım içindi. Öyle mutluyum ki geçmişin tüm yaralarını sarmaya hazırım, ben iyileşmeye fazlasıyla hazırım. Tüm o kâbusları, cazıları, o korkunç mezarlığı ve diğer tüm şeyleri unutmak istiyorum.
Benim de biraz olsun mutlu olmaya hakkım olmalı.
4 Aralık 1991
Asıl mucizem ile tanıştım.
Ben bugün baba oldum... Gülçin’im dünyaya gözlerini açtı bugün. Ben bugün dünyanın değil, evrenin en mutlu insanıyım.
8 sene öncesinde şimdi bu denli mutlu olacağımı hiç ama hiç tahmin etmezdim. Sanırım hayat sandığım kadar kötü bir yer değilmiş. Çünkü nihayet bu hayatın içinde yalnız değilim artık.
19 Nisan 1992
Ben artık bu koca hayatın içinde yapayalnızım...
Her şey yolundaydı, diğer sabahlar gibi normal bir sabahtı... Uyandım, karımı ve kızımı öpüp kokladım, kahvaltı için ekmek almaya gittim... Eve girdiğimde biricik karım, canımın içi, Firdevs’im kanlar içinde yerde yatıyordu ve yıllar öncesinde gördüğüm o yaşlı kadın, o cazı, karşımda duruyordu... Kucağında ise bebeğim Gülçin’i tutuyordu. O çirkin tırnaklarına canımdan bir parça olan kızımın ciğerini batırmıştı. Ağzından süzülen kanlar, benim aileme aitti...
Onlar benden hayatımı aldılar...
Onlar benden canımı aldılar...
Önce beni lanetimden azat olduğuma inandırdılar; mutlu olabileceğime, her şeyin yoluna girebileceğine, benim de normal bir hayatım olabileceğine, âşık olabileceğime inandırdılar. Bir aile kurdum, baba oldum...
Onlar benden mucizemi çaldılar, cennetimi çaldılar ve beni sonsuz bir ateşin içinde bıraktılar.
10 Mayıs 1992
Hayatımı çaldılar...
Hayatımı çaldılar...
Hayatımı çaldılar...
Hayatımı çaldılar...
Hayatımı çaldılar...
Günlüğün bundan sonraki tüm sayfalarında aynı şey yazılıydı: “Hayatımı çaldılar.”
Dehşet içinde elimdeki kara kaplı defteri kapattım ve kesik kesik nefesler alırken ellerim titreyerek görevli odasından çıktım. Günlüğü sımsıkı tutarak merdivenleri tırmandım ve koşarak Tahsin Bey’in odasına vardım. Şu an aklımdaki tek şey onu görmek ve bir de onun ağzından olanları dinlemekti. Gerisini sonra düşünebilirdim.
Ancak hiç de beklediğim bir görüntü ile karşılaşmamıştım. Tahsin Bey, tıpkı o günlükte anlatılan hikâyelerdeki gibi kupkuru görünüyordu. Zaten çökük olan derisi iyice buruşmuş ve sanki bir yaprak gibi kurumuştu, derisi solmuştu ancak gözleri zar zor açılıyordu. Tahsin Bey şu anda son nefeslerini veriyordu.
“Tahsin Bey!” diye bağırarak hemen baş ucuna gittim. Bakışları beni bulduğunda önce gözlerime, sonra da elimdeki kara kaplı deftere bakmış ve gülümsemişti. “Okuyacağını biliyordum...”
“Tahsin Bey, size ne oldu böyle?!” diye sordum telaşla. Yanına eğildim ve onu daha iyi duyabilmek için iyice yaklaştım. Tahsin Bey son kez derin bir nefes aldı ve gözlerini bir daha açmamak üzere yummadan hemen önce şunları söyledi: “Onlar benim hayatımı çaldılar... Şimdi sıra sende. Ben seni onlara kurban ettim, evlat.”
Sözlerini kavramak zordu, anlam verememiştim. Kaşlarımı çatıp düşünmeye başladım ancak beynim durmuş gibiydi. Derin bir nefes aldım ancak bunun rahat rahat alabildiğim son nefes olduğunu anlamam çok uzun sürmemişti.
Hastane odasının penceresi ardına kadar açıktı ve hafif bir rüzgâr esiyor, esen rüzgâr tül perdeyi dalgalandırıyordu. Bir anda gök gürledi, ardından şimşek çaktı. Karanlık oda bir saniyeliğine aydınlandı ve tam o esnada bir siluet göründü.
Pencerenin önünde yaşlı bir kadın vardı ve gülümseyerek bana bakıyordu.
S O N